Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, kadastro çalışmalarında 662 parsel sayılı taşınmazın Haziran 1957 tarih, 37 nolu ve Şubat 1961 tarih 1 nolu tapu kayıtlarına istinaden adına tespit edilip tespitin kesinleşmesine rağmen, tescilin hata sonucu davalılar adına yapıldığını ileri sürüp tapu kaydının iptali ile tespit gibi adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Bir kısım davalılar davanın reddini savunmuşlar, diğer davalılar davaya karşı beyanda bulunmamışlardır.
Mahkemece, davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar, Dairece; bir kısım kayıt maliklerine husumet yöneltilmeden karar verilmiş olduğu gerekçesiyle bozulmuş, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalı Hazine ve davalı B... tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla, Tetkik Hakimi raporu okundu. Düşüncesi alındı. Dosya incelendi. Gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, yolsuz tescil nedenine dayalı iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece 662 parselin davacı adına kadastro tespitinin kesinleştiği halde her nasılsa komşu 659 ve 660 parsel malikleri adına paylı mülkiyet üzere tescil edildiği, böylece yolsuz bir kayıt oluştuğu saptanmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmesinde kural olarak bir isabetsizlik yoktur.
Öte yandan, iptal ve tescilin mümkün olmaması durumunda olayda TMK’nun 1007 ve B.K. nun 55. maddeleri ile Hazine’nin kusursuz sorumluluğuna ilişkin 27.03.1957 tarih, 1/3 sayılı ve 15.03.1944 tarih, 13/8 sayılı İnançları Birleştirme Kararları gözetildiğinde eldeki davada Hazineye de husumet düşeceği kuşkusuzdur.
Ancak çekişmeli taşınmazdaki 12/64 payın, yolsuz biçimde Z.. A... adına tescil edildikten sonra, bu kişi tarafından Hüseyin Şenol’a 30.12.1980 tarihinde, onun tarafından da Hasan Uysal’a 27.06.1984 tarihinde satış suretiyle temlik edildiği görülmektedir. Bu durumda, anılan davalının kazanımında iyiniyetli olup olmadığı önem taşımaktadır.
Bilindiği üzere; hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle,alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş,bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış,iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş,değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarakta tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.Belirtilen ilke M.K.nun 1023.maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tesçile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.
Ne varki; tapulu taşınmazların intikallerinde,huzur ve güveni koruma,toplam düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin,iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi,hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı,kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta,şeklen iyi niyetli gözükeni değil,gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması,bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim bu görüşten hareketle "kötü niyet iddiasının def"i değil itiraz olduğu,iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.
Hal böyle olunca, davalı Hasan Uysal’a temlik edilen pay yönünden yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken aksine düşüncelerle yazılı biçimde karar verilmesi doğru değildir.
Davalı Hazine ile davalı B...’ın temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine,13.7.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.