Esas No: 2008/3526
Karar No: 2008/7910
Karar Tarihi: 24.6.2008
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2008/3526 Esas 2008/7910 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : KARTAL 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 12/10/2006
NUMARASI : 2003/1129-2006/511
Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, kayden maliki olduğu 485 ada 40 parsel zemin kat 23 nolu dükkanını 18.6.1999 tarihinde düzenlenen protokol gereğince teminat alarak ancak satış şeklinde davalıya temlik ettiğini, taraflar arasındaki ilişkinin muvazaaya dayandığını, anılan protokolde belirtilen 300.000. USD borcun süresi içinden ödenmesine rağmen davalının taşınmazı iade etmediğini ileri sürüp, tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalı, 18.6.1999 tarihli protokolde belirtilen borcun 2 yıllık süre geçmesine rağmen halen ödenmediğinden taşınmazı iade etmediğini, davacının müteselsil borçlu olduğu eşi N."in de aynı tarihlerde kendisine 370.000. USD borçlu bulunduğunu yine 2.2.2001 tarihinde yapılan protokol ile tayin edilen bilirkişinin borç miktarını 579.165.USD olarak belirlediğini ve bu protokolün borcun yenilenmesi sözleşmesi niteliğinde olduğunu, ayrıca 18.6.1996 tarihli sözleşmenin de vefa (geri alım) akdi olup, resmi şekilde yapılmadığından geçersiz olması nedeniyle taşınmazı iade yükümlülüğünün bulunmadığını belirtip, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın teminat olarak davalıya temlikinde koşul olan 300.000. USD"nın, 2 yıl dolmadan davacı tarafından davalıya ödendiğinin bilirkişi raporu ile anlaşıldığı ve taşınmazın mülkiyetinin davacıya iadesi gerektiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalı vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 24.6.2008 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili Avukat M.E.geldi, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilen vekili avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi . tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, inançlı işlem (teminat karşılığı temlik) hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillere göre; davacının davalıdan alınan borcun teminatı olarak çekişme konusu 485 ada 40 parseldeki 23 nolu dükkan nitelikli taşınmazı satış göstermek suretiyle 29.6.1999 tarihinde davalıya temlik ettiğini ve aralarında 18.6.1999 tarihli protokol başlıklı belgenin tanzim edildiğini ileri sürerek, temlikin dayanaksız kaldığını belirtip, eldeki davayı açtığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de, tarafların kabulünde olan 18.6.1999 tarihli belge kapsamından, davalıdan alınan borcun miktarı ve borcun geri ödeme ve dönüş planı, ayrıca taşınmazının devrinin hangi sebebe müstenit olduğu, başka bir ifade ile taraflar arasındaki hukuki ilişkinin neden ibaret olduğunun belirlendiği görülmektedir.
Davalı taraf, anılan belgenin vefa sözleşmesi niteliğinde olduğunu ve resmi olarak yapılmadığını ve davanın çözümünde esas alınamayacağını savunmuştur.
Hemen belirtmek gerekir ki; Türk Medeni Kanununun 736.maddesinde öngörülen vefa sözleşmesi vefa hakkı sahibine (satıcısına) dilediği zaman veya anlaşmada belirtilen hükümlere göre tek taraflı olarak açıklayacağı irade beyanıyla sattığı malın tekrar sahibi olmak yetkisini veren subjektif bir hak olup, Borçlar Kanununun 213.maddesi hükmü gereğince resmi şekilde yapılması zorunludur.
Ancak, davada ileri sürülen iddianın ve savunmanın içeriğine, özellikle taraflar arasındaki hukuki ilişki gözetildiğinde söz konusu belgenin vefa sözleşmesi olarak kabulüne olanak bulunmadığı aksine 5.2.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince inançlı işlemin belgesi niteliğini taşıdığı tartışmasızdır.
Buna göre, davalının anılan sözleşmenin vefa akdi olduğuna dair savunmasına, mahkemece itibar edilmemiş olması yerinde olup, bu yöne değinen davalının temyiz itirazları yerinde değildir.
Diğer yandan, taraflar arasındaki çekişmenin inaçlı işlem hukuksal nedeninden kaynaklandığı açıktır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur. İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; gerçekten de tarafların kabulünde bulunan 18.6.1999 tarihli protokolün düzenleniş tarzı ve içeriği itibari ile 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen belge niteliğinde olduğunda kuşku yoktur. Ayrıca, dosyada davacının kocası N.ile davalı arasında düzenlenen bir protokol daha bulunmaktadır. Anılan protokolün davacıya ait taşınmazın mülkiyetinin davalıya intikalinin sebebini teşkil etmediği ve davacının da anılan bu sözleşmede imzasının bulunmadığı, davacının kocası ile davalı arasındaki başka bir alacak ve borç ilikisine ait olduğu içeriği ile sabittir. O halde, 18.6.1999 tarihli sözleşme dışındaki yapılan protokollerin ve belgelerin inançlı işlemin belgesi olarak kabulüne olanak yoktur. İnançlı işlemin belgesi niteliğindeki 18.6.1999 tarihli protokole göre davacının davalıdan protokolde belirtilen miktarda borç aldığı sabit olup, bu husus tarafların da kabulündedir. Ne varki, davacı bu protokolden kaynaklanan borcunu eda ettiğini ileri sürmüş ve bununla ilgili olarak eşi N."in bir takım ödemeler yaptığına ilişkin hesap ekstrelerini dosyaya ibraz etmiştir.
Ancak, ödentileri gösteren belgelerde bu ödemelerin hangi borca ait olduğu, kocası N.in 18.6.1999 tarihli protokol dışındaki tarihsiz olarak düzenlenen ve N."in borcunu gösteren belgedeki borcun karşılığı mı, yoksa taşınmazın naklinin sebebini teşkil eden borcun karşılığı mı olduğu hususu dosya kapsamından anlaşılamamaktadır.
Esasen mahkemece de, bu husus üzerinde yetirince durulmamış ve duraksamaya yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturulmamıştır. Yapılacak olan arıştırma sonucu yapılan ödemelerin gerçekten de, taşınmazın naklinin dayanağını oluşturan borcun karşılığı olduğunun tespit edilmesi halinde Borçlar Kanununun 81.maddesi hükmü uyarınca davacının edimini ifa ettiği kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmesi gerekeceğinde kuşku yoktur.
Diğer taraftan, mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi neticesinde elde edilen raporda 18.6.1999 tarihli protokolle belirlenen borcun dışında başkaca bir borcun dosya kapsamının yetersizliği sebebiyle varlığının tespit edilemediği bildirilmiş ise de, gerek davacının kocasının ve gerekse davalının imzasını taşıyan tarihsiz belge ile başkaca borcun varlığı anlaşılmakta, ancak yapılan ödemelerin hangi borçla ilgili olduğu belirlenememektedir.Hal böyle olunca, taraflar arasındaki 18.6.1999 tarihli protokolden kaynaklanan borcun ödenip ödenmediğinin, yapılan ödemelerin anılan borç karşılığı olup olmadığının kuşkuya yer bırakmayacak şekilde saptanması, Borçlar Kanununun 81.maddesi hükmü gereğince işlem yapılması ve bu hükmün gözetilmesi, ondan sonra varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken noksan incelemeyle yetinilmek suretiyle yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir. Davalının, bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 13.12.2007 tarihinde yürürlüğe giren avukatlık ücret tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 550.00.-YTL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 24.6.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.