Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, çekişme konusu 383 ada 3 parsel sayılı taşınmazın tapulama çalışmalarında çayırlık vasfı ile davalı belediye adına tespit edilerek, dava dışı kişi tarafından açılan kadastro tespitine itiraz davasında kesinleşen karar gereğince tespit gibi davalı adına tescil edildiğini, anılan davada hazinenin davalı konumunda olup, kararın hazine açısından kesin hüküm oluşturmayacağını, keza taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup, özel mülkiyete konu olamayacağını, orta malı niteliğinde olması nedeniyle orta malları özel siciline kaydı ve anılan kararın da bu şekilde anlaşılması gerektiğini, Mera Yasasının 4. maddesi uyarınca meralarda zamanaşımının uygulanamayacağını, aynı yasanın 14. maddesi gereğince de imar uygulaması sonucu oluşan parsellerinde çayırlık vasfının kaldırılarak hazine adına tescili gerektiğini ileri sürerek, 383 ada 3 parsel sayılı taşınmazın imar uygulaması sonucu oluşan 3625 ada 3,4,5,6,7,8,9 ve 10 nolu parsellerin tapu kayıtlarının iptali ile Hazine adına tescili isteminde bulunmuştur.
Davalı, kesin hüküm nedeniyle davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, iddianın sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, taraf vekillerince süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, taşınmazın aynı ile ilgili tapu iptali ve tescil isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, davaya hakem sıfatıyla bakılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu taşınmazların geldisini teşkil eden 383 ada 3 parsel sayılı taşınmazın kadastroca çayırlık vasfıyla davalı belediye adına 13.05.1971 tarihinde tespit edildiği, tespite itiraz neticesinde; Kırşehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin (Kadastro Mahkemesi Sıfatıyla) 09.12.1974 tarih ve 1974/543 E. 1982/273 K. sayılı kararıyla tespit gibi tesciline karar verilerek kararın 18.01.1986 tarihinde kesinleştiği ve taşınmazın 5984 m²"lik bölümünün 03.12.1997 tarihinde imar uygulamasına tabi tutularak davaya konu 3625 ada 3,4,5,6,7,8,9 ve 10 nolu parsellerin oluştuğu anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, 29.6.1938 tarihli 3533 Sayılı Yasanın 1. maddesi gereğince Umumi, Mülhak ve Hususi Bütçelerle, İdare Edilen Daireler ve Belediyelerle Sermayesinin Tamamı Devlete veya Belediye veya Hususi İdarelere Ait Daire ve Müesseseler Arasındaki İhtilafların Tahkim Yolu (hakem marifetiyle) ile çözümlenmesi gerekeceği muhakkaktır. Davadaki tarafların ise, anılan Yasanın 1. maddesinde belirtilen kuruluşlardan olduğu ve dava sebebinin taşınmazın aynına yönelik bulunduğu da sabittir. Ne varki, 3.7.2003 tarihinde kabul edilip 19.7.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4916 Sayılı Yasanın 24. maddesi ile 3533 Sayılı Yasanın 4. maddesi hükmü değiştirilmiş, taşınmazın aynı ile ilgili ihtilaflar bu maddenin kapsamı dışına çıkarılarak çekişmelerin genel mahkemelerde çözüme kavuşturulacağı hükme bağlanmıştır. Görev kuralı; kamu düzeniyle ilgili olup, mahkemece davanın her aşamasında kendiliğinden (res’en) gözetilmesi gerekli bir usul kuralıdır.
Öte yandan, yasal düzenlemelerle sonradan yürürlüğe konulan usul hükümlerinin; özellikle mahkemelerin görevini belirleyen kuralların -ayrık durumlar hariç- kesinleşmemiş, eldeki davalarda da uygulanacağı tartışmasızdır.
Kabule göre de; davacı çekişmeli taşınmazların devletin hüküm ve tasarrufu altında ve kamu malı niteliğinde özel mülkiyete konu olamayacak yerlerden olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmış ise de; 25.2.2009 tarihinde kabul edilip, 14.3.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 Sayılı Yasanın 2. maddesi ile 3402 Sayılı Yasanın 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen "bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet ve diğer kamu tüzel kişileri dahil tarafların sıfatına bakılmasızın uygulanır" ve 3. maddesi ile eklenen geçici 10. maddesinin " bu kanunun 12. maddesinin 3. fırkası hükmü devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır" şeklindeki hükmü gözetildiğinde kadastro tespitinin kesinleştiği tarih ile davanın açıldığı tarih arasında 3402 Sayılı Yasanın 12.maddesinde sözü edilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu da kuşkusuzdur.
Hemen belirtilmelidir ki; kural olarak sonradan yürürlüğe giren yasa hükümlerinin ve İçtihadı Birleştirme Kararlarının kazanılmış hak (usuli müktesep hak) ilkesinin 9.5.1960 tarih, 21/9 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince istisnai niteliği gereği kesin hüküm halini almamış eldeki davalarda da gözetilmesi ve uygulanması gerekeceği tartışmasızdır. Öte yandan, yürürlüğe konulan hükümler kamu düzeniyle ilgili bulunduğundan ve re"sen gözetilmesi gerektiğinden somut olayda, aleyhe bozma yasağı ilkesinin de uygulanma yeri bulunmadığı izahtan varestedir.
Diğer taraftan, bir davada görev kaidesi ile hak düşürücü sürenin bir arada bulunması halinde öncelikle görev hususunun gözetilmesi, hak düşürücü sürenin görevli mahkemece değerlendirilmesi gerekir.
Hal böyle olunca, taraflar arasındaki çekişmenin Genel Mahkemede görülüp karara bağlanması ve bu nedenle davanın görev yönünden reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir.
Tarafların, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 18.10.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.