Taraflar arasında görülen davada;
Davacılar, mirasbırakanları M.. K..’nın mirasçıdan mal kaçırmak amacıyla kayden malik olduğu 1360 parseli F..’e ..parseli ise A..’e ölünceye kadar bakma akdi ile temlik ettiğini, gerçekte ivazsız temlik yaptığını, bakım yükümlülüğünün de yerine getirilmediğini ileri sürerek, davalılar adına olan tapu kaydının miras payları oranında iptal ve tescile karar verilmesini istemiştir.
Davalı F.. K., 08.09.2008 tarihli dilekçe ile kabul beyanında bulunmuş, 12.11.2008 tarihli celsede de bu beyanını imzası ile teyit etmiştir.
Davalı A.. K.. ise, iddiaların yersiz ve dayanaksız olduğunu, bakım yükümlülüğünü yerine getirdiğini, muvazaalı temlik olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; F..K..bakımından kabul beyanı nedeniyle, A.. K.. bakımından ise muvazaa olgusunun sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalı A.. K.. tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hâkimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava; ehliyetsizlik ve muris muvazaası hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, 1360 parsel yönünden davanın davalı F.."in kabulü, 1735 parsel bakımından da muris muvazaasının sübut bulduğu gerekçesiyle kabulüne karar verilmiş, karar davalı A..tarafından temyiz edilmiştir.
Belirtilmelidir ki, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.4.1990 gün ve 1990/1-152-1990/236 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; davada dayanılan maddi olaylar bakımından birkaç hukuki nedenin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön yoktur.
Mahkemece, muvazaa iddiası yönünden inceleme, araştırma ve değerlendirme yapılarak sonuca gidilmiş oysa, kamu düzeni ile ilgili ehliyetsizlik iddiasının öncelikle araştırılması gerekirken bu iddia üzerinde durulmaksızın muvazaa iddiasına öncelik verilerek neticeye gidilmiş olmasının doğru olduğu söylenemez.
Bilindiği üzere; davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun “ fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir "biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç ( yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış,. 10. maddesinde de, “ fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin ( reşit ) olmayı kabul ederek “ ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.” hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü” eylem ve işlev ehliyeti olarak da tarif edilerek aynı Yasanın 13. maddesinde “ yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanununun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 11.6.1941 tarih 4/21)
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tesbitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar H.U.M.K.’nun 286 maddelerinde belirtildiği gibi bilirkişinin “rey ve mutaalası” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Hele ayırt etme gücünün nisbi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanunun 409/2. maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür.
O halde, hukuki ehliyetsizliğin kamu düzeni ile ilgili olduğu gözetilerek önemine binaen öncelikle incelenmesi, tarafların bu yönde bildirecekleri tüm delillerin toplanması, varsa miras bırakana ait sağlık kurulu raporları, hasta müşahade kayıtları, reçeteler vs. istenmesi, tüm dosyanın Adli Tıp Kurumuna gönderilmesi, (2659 Sayılı Yasanın 7 ve 16.maddesi gereğince) akid tarihinde miras bırakanın ehliyetli olup olmadığı yönünde rapor alınması, ehliyetli olduğunun anlaşılması halinde murisin sağlığında bakım görevinin yerine getirilmediği ididasıyla açmadığı davanın onun ölümüyle mirasçıları tarafından açılamayacağı kuralının gözetilerek muvazaa iddiasının incelenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi; ehliyetsiz olduğunun belirlenmesi halinde ise; miras bırakanın terekesinin elbirliği mülkiyetine tabi olduğu ve davacıların terekeye iade değil de pay oranında istekte bulundukları saptanan ehliyetsizlik durumunun yapılan temliki olumsuz etkileyeceğinden esasen muvazaa yönünden bir araştırmaya da gerek kalmayacağı gözönüne alınarak Türk Medeni Kanununun 701.maddesi hükmü gereğince böyle bir isteğin dinlenilme olanağının bulunmadığı başka bir anlatımla davanın tüm iştirakçilerin katılımıyla ve terekeye iade şeklinde açılmadığından, davanın tümden reddine karar verilmesi gerekeceği düşünülmelidir.
Hal böyle olunca, yukarıda belirlenen ilkeler çerçevesinde inceleme ve araştırma yapılması sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
Davalı A.. K.."nın, bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 20.12.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.