1. Hukuk Dairesi 2014/3024 E. , 2015/2031 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ : AYDIN 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 19/09/2013
NUMARASI : 2012/149-2013/475
Taraflar arasında görülen tapu iptali, tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, davalı oğlu Akın"ın davalılardan Faik"e olan borcu sebebi ile taşınmazını ipotek ettirip kredi temin etmesi amacıyla oğlu Akın"ı vekil teyin ettiğini, ancak az okuma yazması olmasından ve kendisine güven duymasından yararlanan oğlunun satış yetkisini de içerir vekâleti kötüye kullanarak, kayden maliki olduğu 4365 parsel sayılı taşınmazı 20.09.2010 tarihinde satış suretiyle davalı Faik"e devrettiğini, Faik"in de 25.05.2011 tarihinde kötüniyetli olan davalı Aytaç"a aktardığını, Aytaç"ın gönderdiği ihtarname ile durumdan haberdar olduğunu, davalılar Faik ile Aytaç"ın vekalet görevinin kötüye kullanıldığını bilen ve bilmesi gereken kişiler olduğunu ileri sürerek, tapu iptal ve tescil istekli eldeki davayı açmıştır.
Davalı A.. C.., annesi olan davacıyı kandırıp, kredi alacağı telkiniyle vekâletname aldığını ve bu vekaleti kullanıp dava konusu yeri sattığını beyan etmiştir.
Davalı F.. K.., taraf sıfatının bulunmadığını, Söke"de un ve yem ticareti ile uğraştığını, belediye fırınını işleten davalı Akın"ın yaklaşık 1 yıl boyunca unu kendisinden aldığını ve bedelini ödeyemediğini, daha sonra borçlarına karşılık davacı ile Akın"ın çekişme konusu yeri devretmeyi teklif ettiklerini, alacağını kurtarmak için bunu kabul ettiğini, kaldı ki borcunu da tam olarak karşılamadığını, davacıyı, oğlunun kandırdığını bilmesinin mümkün olmadığını davalı A.. K.. ise, taraf sıfatının olmadığını, davacıyı ve oğlunu tanımadığını, onların kötüniyetli olduklarını, taşınmazı satın aldığı davalı Faik"in davacının kira ödeyeceğini belirttiği halde ödeme yapılmaması üzerine ihtarname gönderdiğini, iyiniyetli olduğunu, hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin geçtiğini bildirip, davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın davalı Akın tarafından vekaleten davalı Faik"e satışının geçersiz sayılmasını gerektirecek herhangi bir hususun varlığının kanıtlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden, kayden davacının maliki olduğu 4365 parsel sayılı avlulu kargir ev vasıflı taşınmazı, vekili olan davalı oğlu A.. C.."un 20.09.2010 tarihinde 5.000.-TL bedelle davalı F.. K.."a, Faik"in de 25.05.2011 tarihinde 5.500.-TL bedelle davalı A.. K.."ya satış suretiyle devrettikleri anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet aktini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; "Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.
Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.
Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK"nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK"de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK"de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilinin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
Öte yandan; vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK"nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Yine bilindiği üzere; Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989., tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK"nin 1023. maddesinde aynen "tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1. fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, "kötü niyet iddiasının def"i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Somut olaya gelince, hükme yeterli bir araştırma ve inceleme yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.
Şöyle ki, davacı ile davalılar Faik ve Aytaç tanık deliline dayandıkları halde, tarafların tanıkları dinlenmiş değildir.
Hâl böyle olunca; yukarıda belirtilen ilke ve olgular doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, tarafların dayandıkları tüm delillerin eksiksiz toplanması, bu kapsamda davacı ile davalılar Faik ve Aytaç"ın tanıklarının olaya ilişkin olarak ayrıntılı beyanlarının alınması, toplanacak delillerin toplanan delillerle birlikte değerlendirilerek, öncelikle vekalet görevinin kötüye kullanılıp kullanılmadığının saptanması, kötüye kullanıldığının belirlenmesi halinde, son kayıt maliki davalı A.. K.."nın bu durumu bilen veya bilmesi gereken kişi konumunda bulunup bulunmadığı, diğer bir söyleyişle TMK"nin 1023. maddesi hükmü gereğince iyiniyetli olup olmadığı hususu üzerinde durularak varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir.
Davacı vekilinin belirtilen nedenlerle temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.02.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.